16 Haziran 2009 Salı

Sensizliğin 16. günü ~Salı~

Hiçbir şeyin anlamı yok...

Sensizliğin 15. günü ~Pazartesi~

Biliyorum zaten, ezelden beri barışık olamadım ben “pazartesi” günüyle. Adı üstünde işte “pazartesi”… “Sefa ertesi”… Kölelikten kaçılan ulvi günün hazin sonu… Havada güzel bir koku var. Kafamda hiçbir şey... Bir sürü ıvır zıvır işle uğraşıyorum gelir gelmez ajansa. Anlamıyorum nasıl akşam oluyor? Yazıları eklemek için blog’uma giriyorum. Aslında yazı eklemek de bahane. Senden bir ipucu arıyorum ama yok. Bir tane eleman dışında düzenli takip eden de yok görünüyor. Hoş sen okusan da sanki takipçisi mi olacaktın, o da ayrı konu. Sonra düşündüm, sen okuyacaksın diye mi yazıyorum böyle deli gibi. O kadar meraklıysam buna, neden hepsini ve daha fazlasını mail atmıyorum sana. Yapamam ki… Ben değil sanki insanlar anlatsın istiyorum sensizliğin bana yaptıklarını ama belki de müstahak diye düşünüyor insanlar bilemiyorum. Kafam karışıyor.

Toparlıyorum kendimi akşam üstü. Sen oku diye yazmadığıma karar veriyorum. Ama bir yandan da ne için yazdığımı bulamıyorum. Sanırım sadece kendimi geçiştiriyorum. Birileri bana ışık tutar sanıyorum. Ne saçma! Işık tutulacak bir yanım yok ki. Her şey apaçık ortada. Kim aşka bir açıklama getirebilmiş ki? Kim teselli edebilmiş ayrılığın acısını? Hiç kimse. Sadece zaman… Ama ben zamanın seni ve beni yutmasına izin vermem bu sefer. Sanırım sadece bu yüzden yazıyorum. Bizi unutmamak için… Her gün seni kendime hatırlatmak ve ispatlamak için…

Şimdi çalışmaya devam... Sonra akşam olacak. Sonra gece. Sonra sadece sen olacak evren. Ben evrenimde kaybolacağım. İçime doğacaksın güneşten önce. Sana uyanacağım yine… Sensizliğe…

Sensizliğin 14. günü ~Pazar~

Uyanmak istemiyorum hiç. Rüyamda seni görüyorum çünkü. Günüm, gündüzüm, gecem oldun. Hep öyleydin. Ben kabul edememiştim. Ne kadar da düz ayak yaşıyormuşum aslında. En güzel cevabın bana “sensiz” bırakmış beni, anlıyorum. Anlıyorum ama anlamak istemiyorum bir yandan da.

Sonunda açıyorum sıcak bir pazar gününe gözlerimi. Sana bakmaya aşina… Acımayı kendime bırakıyorum bu sabah artık. Kendimi dışarı atıyorum. Kahvaltı ediyorum. Fotoğraf çekmek uğruna tüm gün sürtüyorum dışarıda.

Bu sefer hep hüznüne basıyorum deklanşörü. Ayrılık şarkısı çalıyor her yerde sanki. Biliyorum aslında o çalan şarkı sadece benim kafamda üstelik. Bu melankolikle ne yapılırsa onu yapıyorum. Kana kana sensizliğini içiyorum sadece. Bir gün daha son buluyor. Yorgun adımların beni eve taşıyor. Gülümsüyorum. Kimse görmüyor.

Sensizliğin 13. günü ~Cumartesi~

Düzgün görünen insanlardan şüphe eder oldum. Ne bileyim? Kimse mükemmel değildir ya sonuçta. Böyle acayip düzgün, hiç hata yapmazmış, hiç aptal duruma düşmezmiş modundaki insanlardan oldum olası uzak durmuşum düşündüm de. Sahte geldiğinden sanırım. Olamaz öyle bir şey. Herkesin açık bir yanı vardır mutlaka. Bence işte fazla düzgün görünenlerde bu açık taraflar o kadar fazla ki ne yapsınlar çaktırmamak için aşırı bir rol kalıba bürünüyorlar. Böyle insanlara ben “kabız” insanlar diyorum kısaca. Böyle sürekli bir kasıntı ve her an bir yere kaçar hesabı seni satacakmış hissi veriyorlar. Güvensiz geliyorlar bana. Bir de “cır cır”lar var. Bunlar da iyiden iyiye laçka olmuş, işin artık cılkını çıkartmış tipler. Yavşaklar yani. Bu tipleri de sevmem. Kendine güvenen ayaklar, acayip bir şaka anlayışı, rahat adamın tripleri, açık sözlüyüm hesabına kaba hareketler… Saygısızlık diz boyu. Ama neden? Gereksiz. Sadece kendini üstün gördüğünden diğerlerinden ama böyle olmadığını da aslında bildiğinden herkesi ezme, kendini yüceltme savaşı. Mastürbasyon halinde bu insanlar sürekli. Sıkıcı. Çok sıkıcı herkes.

Ben bir cumartesi öğleninde işte bunları düşünüp, kahvemi içtim. Sonra da duş alıp, kendimi dışarı attım. Selçuk’la buluşup, ona lap-top baktık. En sonunda karar verdi de aldık. Bir sürü de oyun aldık. Film de aldım ben. Akşam üstü yemek yiyip, bira içtik soğuk soğuk. Neden bilmem bir an önce eve gitmek istedi canım. Zevk vermedi bana hiçbir şey. Selçuk tekrar fotoğraf çekmeye başlamamı önerdi. Kafayı meşgul edermiş, iyi gelirmiş. Offff! Seni unutmak ve kendimi oyalamak için bir şeyler yapmak bana göre değil, anlamıyorlar. İçimden gelmiyor işte. Zorlama zaten hayatımdaki birçok şey. Bir de sevdiğim şeyleri zorlama yaparsam ne anlamı kalacak o sevdiğim şeylerin, onlar da herhangi bir şeye dönüşecek sonunda. Selçuk’la bunu tartışmak istemedim, keyfim yoktu. Birkaç bira daha içip, eve geldim. Gelirken de markete uğrayıp votka aldım.

İçmeye başladım. Blog’uma son yazdıklarımı eklemek istedim. Mail gelmiş, şaşırdım. Beni tanıyan biri, daha doğrusu tanıyıp, tanımadığından emin olmak isteyen biri. Başka bir blog’ta görmüş benim blog’umu. Sonra okuyunca bu olsa olsa bizimkisidir diyip, emin olmak için mail atmış. Eski sevgilim Tuğçe. Cevap yazmadım ona. Bu yazımı da okursa blog’ta ben olduğuma emin olur zaten. Ama eski sevgili tesellisi kaldıramam kesinlikle, bunu da okur umarım. Sıkıldım bilgisayardan. Blog’a yazı mazı eklemeden kapattım. Pazartesi eklerim hepsini. Oyun oynamaya yeltendim… Vazgeçtim. Bir sürü film aldım, bari film izleyeyim dedim, hangisini izlesem diye kara kara düşündüm, elimde evirdim çevirdim. Bıraktım. Kitap okumaya karar verdim. İki cümle okudum. Sonrasını anlamamaya başladım. Kapattım. En sonunda hiçbir şey yapmamak istediğimi anladım. Müziği açtım. İçkiyi bardağa boca ettim, şişeyi de yanıma aldım. Fotoğraflarına baktım uzun uzun. Ağladım. Sonra içime kurt düştü, acaba ben gay miyim diye? Erkek adam bu kadar duygusal olmaz. Kızlardan bile beterim ben, halime bak. Sinirlerim mi bozuldu acaba? Gerçekten deliriyor muyum? O hırsla telefona sarıldım. Volkan’ı aradım. “Sence ben gay miyim? Gizli gay mesela olabilir miyim?” diye sordum. Volkan cevap veremedi. Cevap veremedi çünkü gülmekten konuşamadı. Kızdım. Daha çok gülmeye başladı. Gece içmeye gidiyorlarmış, hatunlar da olacakmış, gelirsen anlarız gay misin gizli misin, dedi. Yine gülme krizine girdi. “Allah belanı versin lan! Kırk yılda bir soru sordum sana adam gibi sıçtın ağzıma” diyip kapattım telefonu. Aradı hemen arkasından beni ama telefonu tümden kapattım bu sefer de. Fotoğraflarını attım bir kenara. Boş duvara bakıp, içmeye devam ettim.

Nerdesin? Sana haksızlık ettim ben. Saçmaladım belki ama bunu hak etmemiştim. Ben diğerleri gibi değilim, biliyorsun. Sevemem üstüne senin. Zayıflık değil, abartmak değil, gay olmak, kadın olmak, erkek olmak değil. Tek şey bu, ah minel aşk ve minel garaib…

Sensizliğin 12. günü ~Cuma~

Bazen her şeyi fazla abarttığımı düşünüyorum. Kendimi mesela. Abuk sabuk şeylerden bahsetmek istiyorum. Aslında tek hayalim artık bir karavan alıp, kafama estiği gibi yaşamak… Neden yapamadığıma hala bir cevap bulamıyorum. Şimdi önümde duran senaryonun revizyonlarını bitirmeye çalışıyorum. Sayfa bana, ben sayfaya bakar haldeyiz. Haftanın son günü… En sevdiğim gün üstelik… Nedense son zamanlarda günlerin benim için pek de bir anlam ifade etmediğini fark ettim..

Birkaç akşam önce yazdıklarımı okuyan Uğur aradı beni. Severim hergeleyi… Kızdırır beni çoğu zaman ama akıllı adamdır. Neden hep hüzün var sende, diye sordu. Sanki dünya yıkılmış da sen bir tek altında kalmışsın, kaldır ulan kafanı, denyo denyo bunalımlar adamı bi yere götürmez, sadece kafanı bulandırır, gerçeği de göremez olursun, sonra da deliler misali kendi yarattığın dünyada yaşar hale gelirsin, dedi. Cevap veremedim. Bi düşüneyim ben, dedim. Hemen de düşünmedim üzerinde. Bu sabah metroda aklıma geldi söyledikleri. Acaba haklı mı, diye sordum kendi kendime. Haklı, dedim. Oldum olası bir garip hüzün var bende. Bir de çocukluğumdan kalan bir sıkıntı durumu. Herşeyden, herkesten sıkılırım ben hep. Hiç de bulamam nedenini. İşte kimse anlamadı seni neden bu kadar çok kaybettiğime üzüldüğümü de. Hayatımda ilk defa bir insanda, bir insanla sıkılmadım ben ya, mucize gibi. Evet… Evet… Sen bir mucizeydin gerçekten. Abartmayı seviyorum seni!

Epey düşümdüm kısacası. Sonunda ben matrak görünen acayip karamsar bir adamım, dedim kendi kendime. Yani insanlara mı artık kendime mi bunun aksini ispat etmek için yapıyorum yoksa savunma mekanizmam mı, maskem mi bu benim bilemiyorum. Serkeş görünen, hayatı ciddiye pek almayan, kaygısız, rahat, genel de abuk sabuk konuşup, bolca saçmalayan ben, içime baktığımda ise bambaşka biri oluyor. Bir tek yazarken çıkıyor o manyak ben ortaya. Saplantılı, hüzün müptelası, takıntı ustası bir adam oluyorum. Ha bi de karamsar… Sonunda kendimin mutlu kelimeler yazamadığına kanaat getirdim. Ben zaten kimseye gösteremediğim açıkçası göstermek de istemediğim yanımı bir tek yazıya döküyorum. Ne gerek var şimdi insanlara negatifliğimi yansıtayım, herkesin derdi kendine zaten. Ama yazarken birilerinin okuyacağını düşünmüyorsun ya allah ne verdiyse artık, tüm bilinçaltı kağıt üzerinde… Hani böyle evde kimse yokken –özellikle ben lisede annemlerle yaşarken yapardım bunu, onların yokluğunda özgür olduğumu hissederdim- çırılçıplak dolaşırsın ya, göbeğin, çarpık bacakların gibi şeyler batmaz gözüne. Rahat, rahat… Mis… Aynen öyle işte yazarken de. Buyum uleynnn… Edebiyat aşkına falan değil. Özlü sözlerin peşinde de değilim. Mecnun olamayacak kadar da akıllıyım. Yani bi bok değilim kısacası. Beni terk etmeni bile bir tek ben anlıyorum, deliricem…

12 Haziran 2009 Cuma

Sensizliğin 11. günü ~Perşembe~

Geç gittim ofise. Hava güzeldi. Öğlen olmak üzereydi. Herkes harıl harıl çalışıyordu. Takıldım internette uzun süre. Canım bir iş yapmak istemedi. Reklamları izledim. Yaptığım işten soğusam da iyice. Çok reklam kokuyordu. Aptalca bir dünya burası. İçine girdiğinde sonsuz bir gerçeklikmiş gibi duran, aslında sadece kendimizi delice kandırdığımız…. Belki de bundan iyiyim bu işte. Kandırmayı kendini iyi yaparım. Güzel hikayeler uydurur, inandırırım insanları olmayan bir bene. İşim de bu işte. Abartma sanatı. Gerçeği çarpıtma. Var olanı süsleme zanaatı…

Yeni bir kız başlamış bugün marka grubunda. Çok hoş hatun doğruyu söylemek gerekirse. Beni rahatsız edense neredeyse senle yarışacak kadar güzel kalçaları var. Yarışacak dedim ama… Senin mertebene erişmek kimin haddine. İçim gitti. Seni hatırlatması rahatsız etti. Ben eskiden böyle değildim halbuki. Şimdiyse fazla dürüst bir insan mı oldum yaşlandın mı anlamadım?

Sensin nedeni bunların, anlıyorum. Senin gerçekliğin ve sıra dışılığın. Yok. Görmedim senin gibisini… Göremeyeceğim de…. Hayatımın kadını… Sensizliğin 11. günü… Bensizliğin de 11. günü. Lanet 11 gün…

11 Haziran 2009 Perşembe

Sensizliğin 10. günü ~Çarşamba~

Çalan alarma rağmen uyanamamışım. Gözümü açtığımda saat 09:00’a geliyordu. Fırladım yataktan. Acele bir duş alıp, yola koyuldum. Yolda da bir bahane uydurup, geç kalacağımı haber verdim. Ofise gittiğimde saat 10:00’a geçiyordu. Çaktırmadan kimseye geldiğimi, masama oturdum. Canım bugün gerçekten çalışmak istemiyor. Hani bir gün seç çalışma deseler, bugünü seçebilirdim. Her gün birbirinden daha mı kötü geçiyor ne? Belki de kafayı işlere gömmem daha iyi olur. Kendimle uğraşmam böylece.

Saatler geçiyor. İşler geçiyor. İnsanlar geçiyor. Zaman geçiyor. Her şey, herkes hareket halindeyken bir ben duruyorum sanki. Kabus gibi. Ne zaman bitecek benim bu can sıkıntım? Mezarda belki. Gülüyorum kendi kendime yine. Sanki komik bir şey okuyor izlenimi veriyorum, hani bir gören olursa diye. Bu daha da komiğime gidiyor. İyice gülmeye başlıyorum. Karşı masamdaki-yani dibimdeki aslında- art direktör dayanamıyor artık neye güldüğümü soruyor. Ne desem şimdi, komik bir şey okuyorum desem, ona da göndermemi ister. Hiç, diyorum kısaca. Soru sormadan daha o, masamdan kalkıp, sigara içmeye çıkıyorum. Abi, ben iyice delirdim, halime gülüyorum, diyemem ya ona.

Akşam oluyor. Ben hala çalışıyorum. Sonunda art direktörle ben kalıyoruz sadece. Gece iniyor. Çalışmaya devam. Yarın sabaha yetişecek bir katalog için saçmasapan yazıyorum. Yazmaktan nefret edeceğim neredeyse. Gecenin üçünde toparlayıp işi, çıkıyoruz. Eve kendimi atıyorum. Bir sigara yakıyorum. Ciğerim yanıyor, başım dönüyor. Koltukta uyuyakalıyorum. Ne hayat benimkisi de!

10 Haziran 2009 Çarşamba

Sensizliğin 9. günü ~Salı~

Bugün kafaya koydum erken çıkacağım işten. Erken dediğim de aslında normal olan ya neyse, bu konuya girmek reklam sektörüne girmek demek, hiç canım çekmiyor bunları anlatmayı. Konuşmak bile yeterince yoruyor insanı. Şikayete dönüşüyor her şey bir anda. Sonra şikayet ettiğimiz şeye taparcasına devam ediyoruz.

İnsanlar ne kadar çok ve boş konuşuyorlar. Küçücük işler çığa dönüşüyor. Gören de artan dünya nüfusuna ve birçok ülkenin kapısına dayanan kıtlığa çözüm üretiyoruz sanır. Ulan alt tarafı bir ilan revizyonu. Büyütmesek olmaz mı? İnsanların dünyası küçük olunca, büyükmüş gibi duruyor küçük işler de. Yapacak bir şey yok. Faturalarımı bu lanet iş sayesinde ödüyorum. Beni satın aldıklarını kabul ettim çoktan. Ama ruhumu daha satmadım senin gibi Faust! Onu da yaparım ama yakındır merak etme.

Kafaya koydum ya erken çıkmayı, bastım gittim. Telefonu da kapattım. Volkan ve Erdem’le buluştum. Asmalı mescit tıklım tıklımdı o saatte bile. Yanlarında iki tane de hatun getirmişler. Ben sap gibi kaldım yanlarında. Neyse ki gereksiz muhabbeti gereksiz fazla yapabildiğimden hatunları aldım hakimiyetime. Volkan ve Erdem de bozulmadılar yine. Rakılar geldi, rakılar gitti. Hatunlar da gitti sonra. Volkan taksiyle eve attı beni. En son hatırladığım Volkan’a “Ben onsuz nasıl yaşarım? Söylesene lan!” diye bağırmamdı. Gerisi alabildiğine bir boşluk. Her şey dönüyordu dünyamda, sen yine sabittin. Bakıyordun bana. Biliyordum asla geri dönmezdin. Biliyorum asla haber de alamazdım senden. Sen sabreder, bir insanı aşan çabayla didinir, en sonunda da ebediyen yok olurdun. Senin için gitmek, asla dönmemek demekti çünkü. Ve bu sefer gerçekten gittin. Biliyordum. Ah, biliyordum!

Sensizliğin 8. günü ~Pazartesi~

Baş ağrısı… Deli gibi bir baş ağrısı ve korkunç bir mide bulantısı ile başlamak haftaya… İnsan daha ne ister?

Soğuk duş… Aynı tişört, aynı kot… Aynı müzik… Aynı ofis…

Çocukluğumdan beri süregelen aynı sıkıntı hali…

Sensizliğin 7. günü ~Pazar~

Uyandığımda Tolga çoktan gitmişti. Güya iyilik yapmış, bütün bulaşıkları yıkamış hıyar. Bir haftadır sakladığım senin bardağını da yıkamış. Geri zekalı. Hayatta da yapmaz, iyilik yapası tutmuş salağın.

Pazar gününe sinirli başlamak da hiç hoş olmuyor. Gerçi günün de ortası olmuş artık. Gel de senin şu muhteşem kahvaltılarını özleme şimdi. Güzel bir omlet, kızartılmış hellim peyniri, sos olsun diye rendelenip, hafif pişirilmiş domates, siyah ve yeşil zeytin –mutlaka zeytinyağı dökülmüş- , azıcık da sucuk… İyice demlenmiş çay ve kepekli ekmek… Karnım fena acıktı. Çıkıp, köşedeki pastaneden simit alıp yiyorum. O kahvaltı hayalinin üstüne simit yemek hiç iyi olmuyormuş.

Bütün gün evde mal gibi oturuyorum. Okumam gereken kitaplar vardı, hevesle alıp kapağını açmadığım, onları elimde evirip çevirdim saatlerce. Sonra sıkıldım yine. Annemle konuştum, seni sorup, durdu. En sonunda ayrıldığımızı söyledim. Ağlamaya başladı. Ben de ağladım ama çaktırmadım, metanetli durdum, olgunlaşmış gibi davrandım. Böylesi daha iyi olacak dedim anneme ama ikimiz de inanmadık bu söylediğime. Bilgisayarda oyun oynadım akşama kadar. Bir tane de film izledim üstüne. Kesmedi. Hiçbir şey sıkıntımı alıp, götürmedi. Delirdiğime kanaat getirdim. İçmeye başladım. En iyisi bu. Beynimi uyuşturmak, seni de orada dondurmak.

Her gün gözüme takılan eşyalarını toparladım kafam iyiyken. Ayıkken cesaret edemeyecektim biliyordum. Geceliğin, terliklerin, kupaların, kitapların, kremlerin, parfümün, çorapların, iç çamaşırların, güneş gözlüğün… Hepsini tek tek, özenle, kutsal hazinenin parçalarıymış gibi bir koliye koydum. Son kez kokladım senden kalanları. Koliyi kapatıp, bantladım. Keçeli kalemle de üzerine ”ah minel aşk ve minel garaib” yazdım. İçmeye devam ettim.

Sensizliğin 7. günü ~Cumartesi~

Uyandığımda neredeyse akşam olmak üzereydi. Havada tuhaf bir koku vardı üstelik. Üzerimde sadece şortum olmasına rağmen delice terlemiştim. Buram buram alkol kokuyordu oda. Sağıma döndüğümde saçları yüzünü kapatmış dün gece barda tanıştığım hatun vardı. Adını bile hatırlayamıyorum şimdi. Devrilen kadehler, içtikçe güzelleşen yaşam, artan cesaret ve alınmak istenen intikamın ateşi… Sonra bir anlık bir sevişmeye her şey mağlup oluyordu. Tüm ışıkları sönüyordu kentin. Ben karanlıklarıma geri dönüyordum.

Yanımda uyuyan, dün gece esmerliğine tav olduğum hatunu rahatsız etmeden duşumu alıp, kendimi dışarı attım. Bir sürü insan… Kalabalıklara karıştım yine de. Karnımı doyurdum. Tolga ile buluştum. Son günlerdeki halimi beğenmediğinden dem vurdu. Sonra yine bildik şeyleri anlatmaya başladı. Pınar’la tartışmış.

“Günde on kere arıyor abi. Bi rahat bırakmıyor insanı. Deliricem. Git kızım, diyorum, işin yok mu senin? Arkadaşlarınla buluş, alışveriş yap. Ben de nefes alayım azıcık. Anlamıyor. Sonra da başlıyor sorularına; dün gece kimleydin, neden telefonun kapalıydı, bana neden haber vermedin, ben sana böyle yapsam kıllanmaz mıydın? Of, ya. Bence sen şanslısın, boşuna triplere girme. Kız yok, dert yok abi. N’apalım? Eve gidip, oyun oynasak mı? Yeni oyun aldım abi, süper bi şey. He?”

“Olur.”

Eve gidiyoruz. Playstation kuruluyor, oyun başlıyor. Yemeksepeti’nden pizza sipariş ediliyor. Bol bol da bira ve sigara… Kudurttu oyun beni. Sabahın ilk ışıklarına kadar manyak gibi oynadık. En sonunda Tolga pes etti. Bana kalsa devam ederdim. Ne güzel şeymiş bu! Sen yokken böyle takılmak? Sürekli başıma dikilip, hadi yatalım diyen kimsenin olmaması? Gittiğinden beri daha huzurluyum sanırım. Yine de uyumam lazım artık. Kız yok, dert yok anasını satayım!

Sensizliğin 6. günü ~Cuma~

Sensizliğin 6. günü… Sen gittiğin andan itibaren ise içtiğim 218. sigaram…

Hafta bitti. Yoğundu yine. Ben de her zamanki gibi göründüm. Böylece herkes bana ben de herkese tahammül edebildik. Oyun bu da biliyorum. Senin oyunların kadar zevkli olmasa da öyle… Sen öğretmedin mi zaten bana hayatın bir oyundan ibaret olduğunu. Peki, neden benle oyun oynadın?

Düşündüm de… düşünmek istemiyorum seni artık. Git! Çık içimden.
Ben başkalarının içindeyken bile sen benim içimde kaldın! Ama git!!!

Sensizliğin 5. günü ~Perşembe~

Boğuyorlar beni. Bir sürü şey var yapmam gereken. Bir radyo spotu. Bir ilan. Bir yeni fikir-verilen brief’ten bir bok anlamadığım halde-. Son satış ilanına birkaç revizyon. Sıkıldım. Sigara içtim yine. Mini etek giyen kızların bacaklarını kestim. Hoşuma gitmediler. Kendimi iyi hissetmek için yaptım galiba. Sonra seni hayal ettiğimi fark edip, vazgeçtim. Ne işin var zayıflıklarımda bile senin, anlamadım. Kahve içtim bol bol. Sonra bizim kızlardan birine fal baktırdım. İnanmıyormuşçasına bol bol geyik yaptım. Erkekler hani fal baktırmaz ya kızcağız da havaya girdi. Bense senle ilgili tek bir sözcük duyabilmenin umuduna delice kaptırmıştım kendimi. İnanmadım ama yine de tuttu inan. Ayrılık varmış. Acı çekecekmişim. Sonra değerimi bilen biri çıkacakmış karşıma… Peh! Ne anlamı var ya? Bu kocaman dünyada, ufak bir benden sana taşanlar, ne ifade edebilir ki yaşam için? Her zaman inandığım bir cevap. Hiçbir şey.

Bugünlerde seni kafaya takmamak için mi yoksa bir tesadüf mü işlerin yoğunluğundan fazla çalışır oldum. Sanki dünyadaki bütün reklamların metin yazarlığını yapabilirim. Yormuyor beni iş ne tuhaftır ki. Sadece gereksiz insanların işime karışması canımı sıkıyor. Böyle her şeyi bildiklerini sanan tavırları beni içten içe güldürüyor ama yine de ben ciddi olmaya çalışıyorum. Sona ben kendi halime gülmeye başlıyorum. Komik gerçekten. Görmen lazımdı. Akşam hatta gece bile olsa eve geldiğimde anlatırdım sana ama yoksun sen değil mi artık? Unutmuşum. Tamam. Unutmuş gibi yaptım sadece kabul. Eşek gibi biliyorum olmadığını.

Canım hiç eve gitmek istemiyor.

Sensizliğin 4. günü ~Çarşamba~

Sıcacıksın yine. Kokun burnumda. İçime çekiyorum. Kadınımın o kıvrak bedeni sürtüyor her yerime. Uykuma rağmen onunla sevişmenin güzelliğine uyanıyorum. Aptal bir gülümseme kalıyor yüzümde. Yastığa sarılmışım. Manyak mıyım ne? Gittiğinden beri değiştirmedim çarşafları… Kokun gitmesin, o beni en azından terk etmesin diye. İhanet etti kokun en sonunda bana bak. Sen varmışsın gibi uyandım güne. Büyük yalan!

Yine ilk işim bir sigara yakmak oldu. Daha gözlerimi açmadan üstelik. Bir de sigara ile duşa girdim. İyice saçmalamaya başladım. Bana kızacak kimse yok ya artık, sanki ne kadar abukluğum varsa yapabilirim. Ah özgürlük! Sen ne güzel şeysin!

Bir ses bekliyorum yine de. Biri kızsın bana. Gülsün zaman zaman saçmalığıma. Özgürlüğün bile anlamı yok. Sensizken daha da bağlıyım sana. Kendime gülüyorum şimdi. Yapacak başka hiçbir şeyim yok. Bir müzik… Ofise gidene kadar çalıyorum. Tekrar tekrar… İnsanların yüzüne bakmadan sadece hızlı adımlarla yürüyorum. Yokluğun her yerde takip ediyor beni. Küçücük hissediyorum kendimi sen yokken. Anlamım yokmuş gibi. Ne yaptın bana? Neden içimdeki herkes gülüyor bana? Aynı şarkı çalıyor yine. Her şey bitiyor bir şekilde. Sen neden kalıyorsun bende?

Sensizliğin 3. günü ~Salı~

Ne kadar içtiğimi hatırlamıyorum. Kim olduğumu da… Sadece boş duvarlara bakıp, konuşuyorum. İyi geliyor inanır mısın? Elim telefona varmıyor. Varsa ne olacak sanki? Hiç. İçmeye devam. O kadar çok duman var ki havada, birazdan itfaiye arabası yanaşsa kapıya şaşmayacağım. Bir içki daha, ardından bir sürü sigara…. Yok. Olmuyor. Hala sen varsın. Ya bir git! Beni bırak acımla, kendimle. İçine ettiğimin dünyasında ne var bunca kafaya takacak her şeyi? Şu anda kimlesin, nerdesin? Kafayı yemek üzereyim. Bütün gün işle beraber beynimi kemirdiğiniz yetmemiş gibi, evimdeki iki dakikalık huzuru da çok gördünüz sanki. Gözlerim kapanıyor. Ben kapatamıyorum seni.

Sensizliğin 2. günü -Pazartesi-

Ağzımda buruk, acı bir tat var. Etin tırnaktan ayrılması gibi sıyrılıyorum yataktan. Soğuk bir duş… Dakikalarca… Kendime yeni yeni gelebiliyorum. Günlerden ne, ben ne yapıyorum, dün ne oldu, pişman olacağım şeyler mi yaptım yine? Beynim ayak uyduramıyor güne. Her yerde ağzına kadar dolmuş küllüklerden yayılan kötü koku eve sinmiş. Tüm pencereleri açıyorum. Son kalan kokun da böylece uçup gidiyor dışarı. Ben acı kahvemi yudumlarken üzerime sadece bir kot bir de tişört geçirip, kulaklarımdaki bangır bangır müzikle ofisin yolunu tutuyorum. Haftanın ilk günü. Sensizliğin bilincimi yıktığı ikinci gün.

Onca işin arasında yine de bok gibi sigara içiyorum. Senden intikam alırcasına. Her yerime sinmiş yokluğun. Her yüzüme bakan yalnızlığımı görüyor sanki. Ben saçmasapan gülüyorum işte. Bir şeyler buluyorum. Her zamanki gibi insanlar hafif çatlak olmama veriyor garip sözlerimi. Oysaki ben sadece kendimi karaya çalıyorum. İçimdeki karanlık sarmadan herkesi ben delice bir aydınlığa bürüyorum her şeyi. Bir sürü iş yapıyorum ama o durmak bilmeyen beynimden yine asla çıkmıyorsun. Hani senden kaçabildiğim bir an olsa yada bir yer müptelası olacağım. Ama yok… Sigara içmeye devam. Saçmalamaya devam. Çay, kahve. Çay, kahve. Bir redbul arada. Sonra ıvır zıvır. Sigara her şeye rağmen. Baca gibi tütüyorum. Sen çıkmıyorsun aklımdan. Hay aksi şeytan! Saatimi sana kurmuşum sanki. Sürekli çalıp duruyorsun ve ben yine ısrarla uyanamıyorum sana.

Sensizliğin 1. günü ~Pazar~

Kırık bir kalem masanın üzerinde. Yeni yapılan temizliğin eve çöken kokusu... İçimi kaplayan sonsuz bir boşluk, hani elimi atsam düşüp kaybolacağım. Buruşturulmuş bir sürü kağıt, yeni temizlenen eve gölgesini vuruyor sanki. Kapanan ve günlerce açılmayacak olan kapım…

Sırıtan bir leş gibi seninle anılarımız. Saçlarının kokusundan daha ılık bir rüzgar görmedi şu otuz yıllık ömrüm. Yine de paramparça olmuş yalnızlıklarımı aldın sen uzaklarıma koydun. Bir oyun oynadık senle sanki. Bense bu oyunda hep ebelendim. Şimdi beraber içtiğimiz son kahvenin bardağı duruyor önümde. Dudak izlerini zamanın bile silemeyeceği… Akşamın korkunç karanlığında elimde içkiyle uyuyakalıyorum. Bütün düşler senin yanında sönük… Bir daha asla sabah olmayacak sanki.